Hayallerim, matkap ve ben
Onur Yazıcıoğlu
Çok uzun yıllardır saatimin alarmı o muhteşem şarkıyla çalar…
“Yeter yeter beni bırak seninle kendi halime…” Tatile çıkmadan bir gün önceki sabah, Sezen tam “yeter” demeye başladığında matkap sesi gelmeye başladı. 44 senede 18 defa taşınmış bir insan olarak atmosferde kaybolmadığı söylenen seslerin arasında peşimi bırakmayanın matkap sesi olması benim kara bahtım kör talihim mi yoksa milyonlarca insanın tıkıştığı metropollerin vazgeçilmez aksesuarı, ev tadilatlarının kaçınılmaz sonucu mu? Bunu kendi hikayem tamamlanmadan tam olarak anlayabileceğimi sanmıyorum.
Aslında hikayem Albert Camus’nün Veba romanındaki Oran şehrine benzettiğim Eskişehir’de tadilatları tamamen bitmiş bir evde başlamıştı. Ailemle birlikte ilk taşınmamızda da tadilat ihtiyacı olmayan bir apartman dairesine taşınmıştık. Ama belki de bugün o eve taşınsak tadilat yapılırdı sanırım. Zira bir sonraki taşınmamızda tadilat olmuştu ama zaten kimse kendi tadilatından rahatsız olmuyor. Yeni tadilat yapılmış diye gidiyorsun ya da tadilat yaptıracaksan sen gitmeden tadilat yaptırıyorsun. En az beş en fazla 55 katlı apartmanlarda her katta ortalama 3-5 daire şeklinde yaşadığımıza ve ata sporu olarak içler dışlar çarpımı yaptığımıza göre, o kadar defa tadilata maruz kalıyorsun. Eğer 18 defa da taşındıysanız, onu da 18’le çarp, hırh yapar ve zaten geldin hırh yaşına.
Hayat Oran’daki gibi nihilist ve hüzünlü bir yaz sabahı gibi başlayamıyor zira bu kadar tadilat yapılırken atmosferde biriken matkap sesi Sezen’in şarkısıyla birlikte zihninde çınlıyor…
Yeteeeeer yeteeeer… Matkap kraşendosu… Bitmiyor aga bitmiyor.
Ondan sonra gidip topuklularımla şıkır şıkır yürüdüğüm plaza katında sürdürülebilirlik dürüp, yemek kartımı giriş kartı diye kapıya okutmaya çalışıyorum. Kırmızı stilettolarımın topuk sesleri X ekseni, atmosferde biriken matkap sesleri Y ekseni. Noktaları birleştirince karbon ayakizimin özetininin infografikleştirilmiş halini görüyorum.
İçimdeki yabancıyı kovayım gitsin diyorum ama kovsam da gitmiyor. Hepsi atmosferde birikiyor.
Sonra 50 haftadır biriktirdiğim ve daha bu sene 20 güne erişen yıllık izin günlerimi bayram tatilleriyle birleşecek şekilde yaza yayıyorum. Bu yazın şarkısı kalacağım butik otelin havuz barında belli olacak diye tatilin ilk günü daha odaya yerleşmeden, sabah ulaştığım boş şezlonga havlu atarak başlayacak diyorum.
Koştur koştur odada üstümü değiştirip başka hiçbir şey yapmadan kendimi suya atıp, o ana kadar kavrulmasını “hedefliyor olacağım” havluda kuruyup yazın şarkısını belirleyeceğim tabii ki.
Tam da planladığım gibi sudan çıkıp kendimi ısınmış havlunun üstüne bırakmışken telefonun alarmı çalıyor. Alışkanlık işte; tatile çıktığımın hala farkında değilim ama o da ne? Tam Sezen “yeteeer yeteeeer” derken butik otelin havuz barını bir matkap oymaya başlıyor. Toplam 20 iş günü kadar, yaza özenle dağıtılmış iznim var ve şu an matkap sesleri atmosferde birikmeye devam ediyor.
Tam ayaklanıp durumdan şikayet etmeye çalışırken beyaz yakalı hayatından bıkıp bu sezon oteli devralmış, gözleri ışıl ışıl parlayan, ellerinde kendi yaptığı sekiz farklı çeşit reçeli masaya götüren çifti görüyorum. İşlerin bir türlü yetişmediğini, o nedenle havuz barın tadilatının biraz daha sarktığını tatlı tatlı, kaçış hikayelerini araya sıkıştırarak anlatıyorlar.
Onların hayatı benim hayallerim… Saygı duyup şikayet etmekten vazgeçiyorum.
Matkabı tutan nasırlı lokal ellere gözlerim dalıyor. Bu yaz, o Yaz değil yine; anlıyorum.
“Bir insana dönüp yaşıyorsun, parça parça her duygunu…”